26 Ocak 2014 Pazar

Otizmli Olan ve Olmayan Bebeklerin Davranışlarındaki Farklılıklar



Otizmli Olan ve Olmayan Bebeklerin Davranışlarındaki Farklılıklar
Otizmli Bebekler
Normal Bebekler
İletişim
Ø  Göz temasından kaçınırlar.
Ø  İşitmiyormuş gibi gözükürler.
Ø  Dil gelişimi başlar, konuşma aniden duraklar.
Ø  Annenin yüzünü araştırılar.
Ø  Seslerle kolayca uyarılabilirler.
Ø  Kelime sayısı gittikçe artar ve gramere uygun kullanma başlar.
Sosyal İlişkiler
Ø  Başkalarının farkında değillermiş gibi davranırlar.
Ø  Kışkırtılmaksızın başkalarına karşı fiziksel saldırır.
Ø  Kabuğunda yaşıyordur, girmek zordur.
Ø  Annesi odadan ayrıldığında ağlar, yabancıların yanında kaygı duyarlar.
Ø  Acıktığında ya da hayal kırıklığı durumlarında keyifsiz olur.
Ø  Aşina yüzleri tanır ve gülümser.
Çevrenin Araştırılması
Ø  Tek bir şey veya etkinlik üzerinde takılıp kalırlar.
Ø  Sallanma veya el çırpma gibi tuhaf eylemler yaparlar.
Ø  Oyuncakları koklar veya yalarlar.
Ø  Yanık ve sıyrıklarda duyarsız olabilir, elini gözüne sokma gibi kendini yaralayıcı davranışları olabilir.
Ø  Bir ilgi çekici nesne veya etkinlikten diğerine geçiş yaparlar.
Ø  Nesnelere ulaşmak için vücudunu amaçlı kullanırlar.
Ø  Oyuncakları inceler ve oyun oynarlar
Ø  Doyum ararlar, acıdan kaçınırlar.

Ahmet Verep (Psikolojik Danışman) tarafından yazıldı.

  Otizmde Karşılaştırma

5 Ocak 2014 Pazar

Sesin Çıkışını Düzeltme


Ses Çıkışını Düzeltme 
Güzel ve etkili konuşmada önemli bir konu sesin mükemmel çıkışıdır. Sesin mükemmel çıkışı ses çıkışı ile nefesin kullanımı arasında başarılı bir uyum oluşturulmasını gerektirir. Düzgün sesin dört temel özelliği vardır. Bunlar sesin “işitilme düzeyi)yükseklik)”, “sesin hız düzeyi”, “hoşa gitme/tını düzeyi”, “değişirlik/bükümlülük düzeyi”nden oluşmaktadır. Aşağıda bu özellikleri öğrenelim ve geliştirmeye çalışalım.

İşitilebilme-Yükseklik
Bazı insanların sesleri bir metre mesafeden bile güçlükle duyulabilmektedir. Böyle bir sesle yapılan konuşmanın anlaşılabilmesi son derece güçtür ve dinleyiciler dinlerken psikolojik gerginlik içerisine girerler. 
Ses dinleyiciler tarafından işitilebilecek kadar yüksek olmalıdır. Normal ses kalabalık kitlenin en uzağına ulaştırılacak kadar yüksek çıkmalıdır. Ancak yüksek ses bağırmaya dönüşmemelidir. Bu anlamda eğer mikrofon kullanmıyorsanız özellikle konuşma yaptığınız topluluğun büyüklüğüne dikkat etmelisiniz. Hemen yanınızdaki bir arkadaşınıza 20 metre uzaktaki insana konuşur gibi konuşursanız sesin yüksekliğini hatalı kullanmış olursunuz. Sesin yüksekliği salonun büyüklüğüne göre ayarlanmalıdır. Ancak sesi yükseltirken “bağırma” tonu oluşturmamak çok önemlidir. 
Dikkat edin: Kaç kişilik bir guruba konuşuyorsunuz? Salonunuz ne kadar geniş? Ortamda gürültü var mı? Sesiniz 20 metreden rahat duyulabiliyor mu? Yoksa mırıltı gibi mi çıkıyor? sesiniz yükselince bağırmaya dönüşüyor mu? Uygun ses yüksekliği dinleyici kitlesini tamamen ve rahatlıkla kuşatan sestir.
Aşağıdaki alıştırmalar sesimizi kontrollü olarak yükseltebilmek için hazırlanmıştır. Ses yüksekliğimizi kontrol edebildiğimiz taktirde dinleyicilerimizi de kontrol edebileceğiz:
ALIŞTIRMA: İŞİTİLEBİLİRLİK
a) Yüksekten ses fırlatınız: Tek nefeste 20 metre ilerideki insanlara duyurabilecek şekilde : “pa, pe,pi, po; ba, be, bi, bo; da, de, di, do” deyiniz. Tekrar edin.
b) Elinizle duvara dokunun soluk alarak 10’a kadar sayın. Sonra duvarı kuvvetle itin, güçlü tonla tekrar sayın. Her iki durumda ses şiddeti aynı kalsın.
c) Aşağıdaki cümleleri bir solukta ses yoğunluğunu yitirmeden okuyun. Sesinizin gürlük derecesinin cümle boyunca aynı olmasını sağlayın.
- Ben gitmek istemiyorum.
- Makine mühendisi daha yavaş sürmenizi istedi.
- Kalp, günde 100.800 defa çarpmakta ve bu devre zarfında da 130 tonluk bir ağırlığın 30 cm. yüksekliğe kaldırılmasına denk düşen bir güç sağlamaktadır.
d)Aşağıdaki ifadelerin ilk bölümlerini yakınınızdaki kişiyle konuşur gibi, ikinci bölümlerini 100 kişiye konuşur gibi kuvvetli bir sesle okuyun.
-Okumak zor değil, yeter ki tadına varalım.
-Çalışmak ne güzel huy, devamlı çalışarak sıkıntılarımı yok ediyorum.
-Delik kovanın suyu damla damla, müsrif insanın zamanı saniye saniye tükenir.
e) Metni, 1. çok yavaş bir sesle 2. küçük bir odada olağan bir sesle; 3. büyük bir salonda, daha kalabalık bir dinleyici karşısında okuyun
Tembelliğin ne olduğunu ve insanların başına nasıl çoraplar ördüğünü düşündünüz mü? Bu soru çok mu çocukça? Hemen herkes tembelliğin kötü olduğunu bilir. Kimse tembel olmayı kabullenmek istemez. Ama acaba kaç kişi gerçekten tembel olup olmadığını araştırmıştır? Tembellik ya zihinsel, ya bedensel ya da her ikisi birden yaşanır. İnsanların büyük bir kısmı zihinlerini, önemli bir kısmı bedenlerini çalıştırmazlar. Yine insanların çok önemli bir kısmı hem bedenlerini hem de zihinlerini çalıştırmazlar. 
f) Ellerinizle alın ve şakağınızı tutun. “Mmmmmm” deyin. Sesi yükseltin. Titreşimleri burnunuzda, alnınızda, ensenizde, göğsünüzde ve başınızın tepesinde hissedin. 
Ses Perdesi-Bükümlülük
Sesin bükümlü çıkışı ses perdesinde değişiklik yapmakla mümkündür. “Do-re-mi-fa-sol-la-si-do2 notalarını düşünün. Her bir notayı farklı bir perdeden çıkarıyorsunuz. Gırtlağınızı küçültüp yukarıya yaklaştırdıkça sesiniz incelir: Tersini yaptıkça sesiniz kalınlaşır. Pes ve tiz sesler arasında sesinizle müzik üretirsiniz.
Ses çıkışı monoton olmamalıdır. Ses yüksek alçak tonda, hızlı-yavaş arasında, duraklamalı-duraklamasız, vurgulu-vurgusuz arasında değişerek çıkmalıdır. Sesin değişirliğini-bükümlülüğünü sesin müzikselliği olarak da tanımlayabiliriz. Herkesin kendine özgü bir konuşma müziği vardır.
Sese kolayca bükümlülük verebilmek için ses perdesinde değişim oluşturma yeteneğimizi geliştirmemiz gerekir. Üç teme ses perdesi üzerinde duralım: Pes, orta ve tiz sesler. Pes kalın, tiz ise ince sestir. Her üç perdede kendi içinde notalanabilir. Ses perdesi bir tür notadır. Notaların kelimelere uyarlanmasına da “bükümlülük” veya “boğumlama” diyebiliriz. Eğer konuşmacı sesinde boğum yapamıyorsa bilgisayar makinesinin tek düze çıkardığı sese benzer ses çıkaracaktır. Sesi bireyselleştiren ve herkesi ayrı bir konuşmacı yapan asıl sır sesin kişiye göre farklı boğumlanmasıdır. 
ALIŞTIRMA: SES PERDESİ
Aşağıdaki alıştırmalarda ses perdesini kolaylıkla değiştirme çalışmaları yapılacak ve geliştirilen yetenek konuşma metinlerine uyarlanacaktır.
a)Pes(kalın sesinizle) “do, re, mi ,fa, sol, la, si, do-- do, si, la, sol, fa, mi, re, do” kolaylaştırıncaya kadar tekrar ediniz. Aynı çalışmayı orta ve ince sesinizle tekrar ediniz.
b)Sırasıyla kalın, orta ve ince sesinizle peş peşe “do, re, mi” deyin. Aynı çalışmayı nota yerine selen ile yapın: “e e, e”, “a, a, a”, “ı, ı, ı”
c)Yakılan bir mumu dudakların çok yakınında tutun. (u) sesini şiddeti artırarak uzatın. Boğazınızdan çıkan ses ile rasgele notalama yapın. Mum ışığında titreme çok az olacaktır. 
d) Kendi olağan sesinizle "a" ya da "ah" deyiniz. Sonra seslenmeyi, azar azar değiştirerek çıkabileceğiniz en tiz, inebileceğiniz en pes-kalın perdeye kadar sürdürün. Kendinize en uygun, en güçlü tını düzeyini bulmaya çalışın.
e) Aşağıdaki dörtlüğü, önce tekdüze sonra da, sesi, anlama göre dalgalandırarak okuyun.
Burası Muştur, Yolu Yokuştur
Giden gelmiyor, Acep Ne iştir.
f) Aşağıdaki cümleleri, ok işaretiyle gösterildiği gibi, sesin perdesini yükselterek ya da alçaltarak okuyun. Bu arada ses iniş çıkışındaki değişikliklerin söz içeriğiyle uygunluğuna dikkat edin.
Gelin buraya. Kaç para ?
O mu saçma. Çarpın ellerinizi.
fakat dikkatle.¯Kaldırabilirsiniz ama çok yoruldum.¯Heyecanını sevdim
delili budur. Eminim¯sanıyorum başarabilirim.
d)Cümlelerin gerektirdiği duyguları kullanarak okuyun.
Yoruldum, umutsuzluğa kapıldım ve çok üzüldüm.
Seni vicdansız seni ! Bunun hesabını vereceksin. 
Aman dikkat ! Çıngıraklı yılan var !
Bak hele ! Seni burada göreceğimi hiç ummuyordum. 
Kaybedersem dayanamam gibi geliyor bana.
Hoşa Gitme/Tını
En güzel ses hiç bir zorlama görmeden çıkan sestir. ses organları gerildikçe sesin güzelliği bozulur. Katı, kulak tırmalayan, hırıltılı, madensel, tiz, burunsal, hışırtılı, buğulu, çok yumuşak, gevrek, biçimden yoksun sesler, hoşa gitmeyen seslerdir. Gerilmiş bir gırtlak ve ağız, gerilmiş kaslar sesi daha delici, daha yırtıcı bir hale getirir ve hoşa gidicilik özelliklerini yitirir. 
Güzel bir tını geliştirmek için tüm ses organlarımızı gevşeteceğiz. Gevşeme ile birlikte seslendirme çalışmaları yapacağız. Gevşeme düzeyimiz arttıkça sesimizin tınısı sakin, düzgün ve temiz hale gelecektir.
a) Üst-alt dudak kaslarınızı gevşetin. Çenenizi iyice aşağıya bırakın. alın ve şakaklarınızı, yanak ve göz kaslarınızı gevşetin. Dilinizi gevşek bırakın. Hafifçe soluyun. aldığınız hava üfler gibi ağzınızda damağınıza çarpsın, ağzınızdan ve burnunuzdan birlikte çıksın. 10 defa bu şekilde soluyun.
b)Ağzınız kapalı, gırtlağınızı hiç sıkmadan burnunuzdan çıkan hava ile “Mmmm” deyin. Bunu yaparken sesin titreşimini göğsünüzde, başınızda alnınızda, burun kemiklerinizde ve burun deliklerinizde, kulaklarınızda, ensenizde ve başınızın tepesinde hissedin. Tüm bu bölgelerinizi ayrı ayrı gevşeterek sesinizin titreşimlerinin artmasını sağlayın. 
c) Alt çene kaslarınızı iyice gevşetip ağzınızı alabildiği kadar açarak çenenizi gevşek bir halde sarkıtın. Önce yavaş, sonra hızını artıra artıra birkaç kez "bob" deyin. Gevşeyin ve soluğunuzun, dudaklarınızı itebildiği kadar dışarıya itmesini sağlayın. Yanak kaslarınızı gevşetin, yanaklarınızı şişirin yavaştan başlatıp hızınızı gitgide artırarak "bob" deyin.
d)"ha, ho, hu" hecelerini, aşağıdaki doğrultularda, beşer kez yineleyin : Gırtlakta yüksek ses ile; Gevşemiş gırtlak sesi ile; Sesi ağız boşluğunda çıkan havanın ağız boşluğuna çarpması suretiyle çıkararak.
e)"Ah" hecesini, fısıltı ile başlayıp gitgide tonlayarak yüksek bir ses elde edinceye dek yineleyin; daha sonra, yüksek sesten fısıltıya inin.
f) Para sayıyormuşçasına; arızalı bir telefonda, karşınızdakine telefon numarasını bildiriyormuşçasına, yıkılan boksörün başında sayıyormuşçasına ona kadar sayın.
g) "Ben sevinç ve heyecan doluyum!" cümlesini;
Gırtlağı zorlayarak fısıldayın, Burun sesi ile fısıldayın, Gevşemiş kaslarla, rahat söyleyin.
Söyleme Hızı 
Dinleyicilerin algılama hızında -dakikada 90-130 kelime arası-söylenmeli konuşma anındaki duygulara, kişiliğe, yere ve dinleyicinin niteliğine göre değişimler göstermelidir. Heyecan, korku, telaş, öfke gibi durumlarda konuşma hızı artar; sevgi, üzüntü, saygı gibi durumlarda hız azalır. Düşünce ve heyecanda sükunet varsa orta hızın tercih edilmesi gerekir.
ALIŞTIRMA: SÖYLEME HIZI
a) Aşağıdaki paragrafı, önce yavaş, küçük bir topluluğun işitebileceği tonda fakat elinizden geldiğince hızlı; sonra da, büyük bir topluluğa hitap ediyormuşçasına ve yavaş söyleyin.
Acaba kendilerini çocuklarına duydukları şefkatte kaybeden annelerin tattıkları mutluluk hissedişinden daha yükseklere tırmanabilenler var mıdır? Beşeri ilişkiler çerçevesinde yoktur şüphesiz. Ancak insan, şefkati sadece anne-çocuk ilişkisiyle sınırlayarak hayatı boyunca muhtaç olduğu yüksek huzurdan mahrum olmamalıdır. Çünkü 80 yaşında ihtiyarlardan 8 günlük bebeklere kadar bütün insanlar şefkat edilmeye muhtaçtırlar ve Rablerinin engin şefkati altında karşılıksız korunurlar.
b) Aşağıdaki cümleleri, önce, tekdüze bir tonla, sonra, cümlelerin duygu yönlerini dikkate alarak yanlarında belirtilen hızlarda söyleyin :
- Ne güzel bir gece, değil mi? (yavaş)
- Ben bu adamı nerede gördüğümü bir hatırlayabilsem. (hızlı)
- Böyle bir hileye baş vuracak kadar alçalacağın hiç aklıma gelmezdi. (hızlı)
- Bir daha yüzünü görmek istemiyorum senin. Defol karşımdan. (hızlı)
- Bu derece iyi bir insanı ömrümde görmedim. (yavaş)
- Dikkat et ! Arabaya çarpacaksın ! (hızlı)
-İçeri girebilir miyim? (yavaş)

Yazar: Muhammet Bozdağ

2 Ocak 2014 Perşembe

TELEVİZYON, ŞİDDET VE TOPLUM





Uzman psikolog Serap Altekin televizyonun çocuklar ve toplum üzerindeki zararlı etkilerinden, medyanın ve ebeveynlerin üstüne düşen görevlerden bahsediyor.




Medyadaki şiddet içeren yayınların olumsuz etkileriyle ilgili gözlem ve araştırmalar uzun yıllardır süregelmektedir. Yapılan araştırmalar, medyada yayınlanan, özellikle de televizyonda yer alan şiddet olaylarının, toplum genelindeki saldırganlık oranları üzerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir artışı tetiklediğini ortaya koymaktadır.
Bu olumsuz etki özellikle, işsizlik, ekonomik kriz ve politik belirsizliklerin olduğu az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde daha belirgindir. Bireysel boyutta ise, 0-6 yaşlar arası çocuklar ve 13-21 yaşları arasındaki ergenler bu yayınlardan ve olumsuz modellerden en fazla etkilenen, yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Gerek bireysel gerekse toplumsal boyutta, söz konusu olumsuz etkileri minimuma indirgeyebilmek adına; medya mensupları, aileler ve uzmanların bilinçli ve sağduyulu bir işbirliği içinde olabilmesi önemlidir.
Medyanın değerlerimizi, tutum ve davranışlarımızı şekillendirmede ne denli bir etkileyici güç olduğunu, son yıllarda basına ve klinik ortamlarımıza yansıyan birçok vaka örneği ile daha da net bir biçimde gördük. İçinde "bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz" sözleri geçen bir şarkının ardından köprüden atlayan ergenleri, "temel içgüdü" ve "testere" filmlerinin ardından gördüklerinin aynısını uygulayan genç insanları, tecavüz sahnelerini oyun zannedip arkadaşları üzerinde uygulamaya kalkan çocukları, "erkekliğin kitabını yeniden yazan" delikanlıları ve onlara hayranlık duymayı öğrenen, adeta tokat yemeyi hayal eden genç kızları, ve tabii ki "kurtlar vadisi" ile birlikta mafya olmaya iyiden iyiye öykünen "Polat"ları, "Çakır"ları sanırım hepimiz farkediyoruz.
Günümüzde televizyon, tüm kitle iletişim araçları içerisinde belki de en kolay erişilen ve en yaygın kullanılan araç olması nedeniyle, en etkili öğrenme kanalı olarak da dikkat çeker. Çocuklar ve ergenler gittikçe daha fazla vakitlerini televizyon ve bilgisayar karşısında geçirmeye başladılar. Başta televizyon programları, filmler, çizgifilmler, diziler ve bilgisayar oyunları olmak üzere, tüm kitle iletişim araçlarında yer alan şiddet, vahşet ve saldırganlık son yıllarda dikkat çekici ve düşündürücü bir hal almıştır. Buna paralel artan ve özellikle çocuklar ve gençler arasında yaygınlaşan, öldürme, yaralama, kavga, taciz, tecavüz ve tehdit gibi şiddet olayları; medyada yer alan şiddetin çocuklar ve ergenler üzerindeki etkisini araştırmanın gerekliliğinin altını çizmiştir. Doğrudan nedensel bir ilişkiden söz etmek zor olmakla birlikte, yapılan bilimsel araştırmalar; televizyon ve medyada izlenen şiddetin, gerek kısa gerekse uzun vadede, çocukların duygu, düşünce, değer, tutum ve davranışları üzerinde, tetikleyici, hızlandırıcı ve özendirici bir etki gösterdiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Söz konusu bu etki 5 ana boyutta tanımlanabilir ;
1. Çocuklar ve ergenler, model alma ve sosyal öğrenme yolu ile televizyonda izledikleri diyalogları, sözleri, tutum ve davranışları taklit eder ve öğrenirler. Televizyondaki program ve dizilerdeki kahramanlarla özdeşleşerek, onlar gibi konuşmaya, onlar gibi davranmaya, onlar gibi varolmaya öykünürler.
2. Şiddeti ve saldırganlığı bir "problem çözme" yöntemi, bir "varolma" şekli ve bir "kendini ifade etme" yolu olarak benimsemeye başlarlar.
3. Şiddete, saldırganlığa, ölüme, acıya vb. karşı duyarsızlaşmaya, tepkisizleşmeye, adeta bağışıklık kazanmaya başlarlar. Bu kavramlar, bu görüntüler ve bu davranışlar gittikçe normalleşmeye ve kabul görmeye başlar. Kurbanla, yani acı çekenle empati kurma yetilerini yavaş yavaş kaybederler.
4. Kızgınlık, öfke, kin, nefret, hiddet, intikam gibi duyguları hem daha sık hem de daha yoğun hissetmeye, yaşamaya ve dışavurmaya başlarlar.
5. Dünyayı ve hayatı tanımaya anlamaya ve öğrenmeye çalıştıkları bu gelişim dönemlerinde; algıları ve düşünce kalıpları "iyiler - kötüler", "kahramanlar - antikahramanlar" olarak katı ve çarpık bir şekilde bölünmüş bir hal alır; gerçekçi ve işlevsel olmaktan uzaklaşır. Tv izleme süreleri arttıkça; doğru ile yanlışı, gerçek ile kurguyu, olası ile imkansızı, uygun ile uygunsuzu ayırt etmekte zorlanmaya başlarlar.
Şiddet ne demektir ?
Şiddetin tanımı ve kapsamı ;
Şiddet; güç, zorlama ve baskı uygulama yoluyla, bedensel ya da ruhsal zarara neden olan söz, yaklaşım, tutum ve hareketlerin tümüdür. Dolayısıyla, sadece saldırganlık ve kaba kuvvet içeren tutum ve davranışlar değil; hakaret etmek, aşağılamak, tehdit etmek, ekonomik özgürlüğünü kısıtlamak ve zorla bir şey yaptırmak gibi, kişinin kendisine olan saygısını, kendisine ve çevresine olan güvenini azaltan; korku, kaygı ve rahatsızlık hissetmesine sebep olan söz, tutum ve davranışlar da şiddet tanımının kapsamı içinde yer alır. Şiddetin; fiziksel, cinsel, duygusal, sözel, ekonomik ve politik olmak üzere birçok çeşidinden söz etmek mümkündür.
Televizyondaki şiddet 4 açıdan dikkat çeker ;
1. Şiddetin sıklığı ve süresi
2. Şiddetin ayrıntıları, canlılığı
3. Şiddetin sunuluş biçimi, hikaye örüntüsü
4. Şiddetin sonuç ve etkilerinin gösterilip gösterilmediği

Şiddet içeren olaylar, sahneler ve görüntüler ne kadar sık, ne kadar fazla ve ne kadar uzun ekrana gelirse, zararlı etkileri o oranda artar. Aynı şekilde bu şiddet sahnelerinin ayrıntıları arttıkça ve tekrar tekrar ekrana gelen canlandırmalar ve yakın çekimlerle pekiştirildikçe etkinin boyutları daha da tehlikeli bir hal alır. Filmin, dizinin ya da programın esas kahramanı şiddet uyguluyorsa ya da filmin ana örüntüsü şiddet üzerine kurulu ise, izleyiciler üzerindeki özendirici ve tetikleyici etkisi o derece artar. Buna paralel ortaya çıkan şiddete karşı duyarsızlaşma ise sağlıksız bir diğer boyuttur. Yine televizyon dizilerinde, haber programlarında ve filmlerde sıklıkla karşımıza çıkan diğer unsur ise şiddetin neden olduğu etki ve sonuçları, duygu ve sorumlulukları gösterilmemesidir. Bu da şiddetin, bir problem çözme yöntemi olarak benimsenmesine zemin hazırlar ve insanları gerçek dünyadan, duygulardan, değerlerden ve insan faktöründen uzaklaştırma riskini barındırır.
Katarsis etkisinden söz etmek mümkün değil !
Şiddet ve saldırganlık izlemek ya da sergilemek, rahatlama veya boşalmaya neden olmaz; bilakis şiddet şiddeti, öfke öfkeyi doğurur.
Araştırmalara göre ;
- Çocuk televizyon kanallarında yayınlanan program ve çizgifilmler, saatte ortalama 20 şiddet eylemi içeriyor.
- 800'ün üstünde çocukla yapılan uzun süreli bir araştırmaya göre, günde 2 saatten fazla tv seyreden çocukların; evde, okulda, sınıfta ve sosyal oyun alanlarında açık ara daha fazla saldırgan tutum ve davranışlar sergilediği saptanmıştır. Aynı çocukların 19 - 30 yaşları arasında ise yaşıtlarına göre daha fazla aile içi şiddet sergiledikleri, daha fazla trafik cezası aldıkları, daha fazla kaza, kavga, yaralama ve yaralanma vakası yaşadıkları, işten ayrılma oranlarının daha yüksek olduğu gözlenmiştir.


- 1998-2002 yılları arasında dünya genelinde yapılan bir çalışmaya göre, en çok izlenen saatler olan primetime kuşağında şiddet içeren tv dizi, film ve programları % 81 oranında artış sergilemiştir.

- Televizyon yayınlarının % 61'i şiddet içeriyor. Bunun % 54'ünün ölüm içerdiği; % 51'inde ise şiddetin sonuçları ve etkilerinin gösterilmediği dikkat çekmiştir.

- Çocuklar ve ergenlerin televizyon izleme süreleri arttıkça; kabuslarının, korku ve kaygılarının, gerginliklerinin de doğru orantılı olarak arttığı kaydedilmiştir. Aynı zamanda tv izleme süreleri ile depresyon, post-travmatik stres bozukluğu, uyku ve yeme bozuklukları arasında da bir paralellik saptanmıştır.

- Özellikle odasında televizyon olan ve/veya yatmadan önce televizyon seyreden çocukların belirgin derecede daha fazla kabus ve gece korkuları sergiledikleri gözlenmiştir. Klinik ortamda korku, kaygı ya da kabuslar nedeniyle başvuran çocuk ve ergenlerin % 92'sinin korkularının temeli televizyonda izledikleri şeylere dair.
Medyanın sorumlulukları ;
Araştırmaların ortaya koyduğu gerçekler ışığında, medya mensuplarıyla, ailelerin ve uzmanların yapıcı bir işbirliği içinde olması gerek bireysel gerekse toplumsal açıdan olumlu sonuçlar vermektedir.
Örnekse, İsviçre ve Avusturya´da medya ile işbirliği, hem şiddet içeren yayınların azalmasını hem de yayınların içeriklerinin olumlu ve yapıcı yönde değişimini sağlamıştır.
Öncelikle şiddet içeren yayınların etkileri konusunda başta medya mensupları olmak üzere; anne ve babaların, eğitimcilerin, çocukların, ergenlerin ve genç erişkinlerin bilgilendirilmesi gereklidir. Ebeveynlerin, bu konuda bilinçlendirilmesi ile çocuk ve ergenlerin bu tür yayın veya filmleri izlemesi sınırlandırılmalıdır.
Yayınlanan film, dizi, çizgifilm, haber bültenleri ya da şov programlarında, şiddetin yöntemiyle ilgili tanımlardan, detaylı görüntüler ve canlandırmalardan mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Şiddet içeren olay, kurgu, haber veya intihar sahnelerinin, çocuklar ve ergenlerin seyretmesini engelleyecek ölçüde, yayın öncesinde uyarılara yer verilmelidir. Bu uyarılar anne babalar tarafından hassasiyetle dikkate alınmalıdır.
Şiddet içeren durum, olay ve temaları mümkün olduğunca görselleştirmemek ve tekrar tekrar vermemek oldukça önemlidir. Bu tür görüntüler, başta çocukları, ergenleri ve genç erişkinleri olmak üzere tüm insanları travmatize edici özellikte olup, kaygı, korku ve gerilim yaratmakta, buna paralel olarak da insanları şiddete, ölüme, acıya, kana ve kayıplara karşı duyarsızlaştırmaktadır. Aynı zamanda yine bu görüntüler, çocuklar ve gençler için çarpık ve yanlış davranış modelleri oluşturarak, sağlıksız değer, tutum ve davranışlar benimsemelerine zemin hazırlamaktadır.
Anne-babalara öneriler ;
  1. Televizyonu, evin ya da salonunuzun merkezine, odak noktasına koymayın.
  2. Televizyonu, çocuk bakıcısı ya da uyku ilacı olarak kullanmayın !
  3. Yemekler sırasında televizyon kesinlikle kapalı olsun !
  4. Çocuğunuzun ne seyrettiğinden haberdar olun.
  5. Çocuğun yaşı ne kadar küçükse, televizyondaki materyalden etkilenme oranı ve şiddeti o kadar fazla olur. Maruz kaldığı sahneler, iştahını ve uykularını etkileyebileceği gibi, bilindiği üzere değer, tutum ve davranışlarını da şekillendirmede büyük rol oynar. 
    1. Çocuğunuzun odasında televizyon olmasın !
    2. Çocuğunuzun televizyon seyretmesi konusunda limitleriniz net olsun. Ne zamanlar, na kadar süre, ne tür programlar seyredebileceği konusunda sınır ve limitler olsun. Anne baba olaraka bu konuda kararlı ve tutarlı bir işbirliği sergilemeye özen gösterin.
    3. Çocuğunuzun seyrettiği şeyleri onunla konuşun, tartışın; hangi gözlükle bakması gerektiği, neleri süzüp neleri alması gerektiği konusunda ona eşlik ve rehberlik edin, onu bilinçlendirin.
    4. Ailece seçerek seyredebileceğiniz televizyon programları da olsun ve bunu keyifli bir eğlence zaman dilimi olarak geçirin.
    5. Anne baba olarak çocuklarınıza örnek olun. Siz bütün bir gün ve gece televizyon seyrederken, çocuklarınızı bu konuda bilinçlendirmeye çalışmak nafile bir çaba olacaktır. Zira çocuklar, söylediklerinizi değil, yaptıklarınızı yaparlar !
    Kaynaklar
    Akarcalı, S.," Televizyon ve Şiddet", Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 1996, sayı 11, yıl 2, 553-560

    Ay, T., Rock ve Şiddet, İ.B. İstanbul, Korsan Yayıncılık, 1994, s.106

    Aziz, A., "Radyo ve Televizyon Yasal Düzenlemeler", Ankara Üni. İletişim F. Basın Yayın Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayıncılığı, No:1, Ankara, 1995 
    Barker, M., & Petley, J. (2001). Introduction: From bad research to good-a guide to the perplexed (pp. 1-26). In M. Barker & J. Petley (Eds.), Ill Effects: The media/violence debates (pp. v-xxx).
    New York : Routledge.

    Brett and Bzostek, Sharon. Violence in the Lives of Children. Cross Currents , Issue 1, August 2003. Child Trends DataBank

    Comstock, G., "Television and Human Behaviour", Understanding Television, Richard P. Adler (der.), New York, 1981, s.48

    Çaplı, B., "Çocuk ve Televizyon", Yeni Türkiye, Kasım-Aralık 1996, sayı 12, 1334-1337

    Çetin, Z., "Kitle İletişim Araçları ve Şiddet", Marmara İletişim Dergisi, Ekim 1999

    Erdoğan İ. & Alemdar, K. Televizyon : Dünyaya Açılan Pencere

    Fishman, J., & Marvin, C. (2003). Portrayals of violence and group difference in newspaper photographs: Nationalism and media. Journal of Communication, 53 , 32-44.

    Hardt, H. (1992). Critical communication studies: Communication, history, and theory in America .
    New York : Routledge.

    Juluri, V. (2005). Nonviolence and Media Studies, Communication Theory, May, Pages 196-215.
    Kaiser Family Foundation. Kids and Media Fact Sheet . Revised November, 2001
    Karaca, F., "Radyo ve Televizyon Yayıncılığında İlkeler ve Sorumluluk", Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 1996, Yıl 2, sayı 11, 372-373 
    Mutlu, E., "Televizyon, Çocuklar ve Şiddet", İletişim Fakültesi Dergisi, 1997, s. 41-75
    Navarro, J. & Riddle, K. Violent Media Effects
    Öksüz, S., "Çocuk ve Etik", RTÜK İletişim Dergisi, Sorumlu Yayıncılık, Kasım-Aralık 2000, Yıl 4, Sayı 20

    Özal, Ö., "Medya ve Şiddet", Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 1996, Yıl 2, Sayı 11, 550-552
    Turan, E., Ekranaltı Çocukları, İrfan Yayıncılık, İstanbul, 1996

    Ulus, S., "Çocuk Televizyonları ve Kamusal Sorumluluk", İletişim Fakültesi Dergisi, 1998 

BEKLENTİLERİN GÜCÜ VE PLASEBO ETKİSİ



"İyileşeceğine gerçekten inanan kişi iyileşir" derler. Öyle ki pek çok kanserle savaşım hikayesi vardır sonunda hastaların hayatı yeniden sağlıkla kucakladıkları. Nice ölümlerden dönenler, ölümle burun buruna gelip en amansız hastalıklardan zaferle sıyrılanlar... Günlük hayatta buna kimileri beyin gücü der, kimileri moral, kimileriyse inanç. İsmi her ne konulursa konulsun çoğu zaman kişi bir neden arar "moral" ya da "inancını" yüksek tutmaya. Kendisini iyi edecek bir neden. Bir ilaç. Peki ya bu ilaç bir şekerden ibaretse?
Bugün herhangi bir hastalığın tedavisi sırasında moral ya da olumlu beklentilerin bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek süreci hızlandırabildiği biliniyor. Gerek tedavi süreci sırasında doktor ve hemşirelerden gördüğü ilgi, gerekse tedavi gördüğü düşüncesi hastaya aldığı ilaçların biyolojik etkilerinden bağımsız olarak güç kazandırabiliyor. Bu nedenle de biliminsanları herhangi bir ilacın kimyasal etkilerini sınarken ilaç görünümündeki şekerlemelerle ilaçların ayrı ayrı etkilerini gözlemleyip iki etkinin farkından ilacın iyileştirici gücüne dair çıkarımlarda bulunuyorlar. Eğer ki sıradan bir şeker bile yalnızca "ilaç" adı altında sunulduğu için aynı seviyede bir iyileşme gözlemleniyorsa ilaç başarısız kabul ediliyor. İşte, ilaç görünümündeki bu şekerlemeler "plasebo" adını alıyor. Plasebolar salt biyolojik hastalıklara çare ararken yapılan araştırmalarda değil depresyon gibi psikolojik etmenlerin rol oynadığı hastalıkların tedavi araştırmalarında da etkili bir yöntem olarak ortaya çıkıyor. Bazı araştırmacılar plasebo etkisini klasik koşullanmayla açıklarken diğerleri "mutluluk kimyasalı" olarak bilinen endorfin salınımının rol oynayabileceğini düşünüyor:
Klasik Koşullanma ve Plasebolar
Klasik koşullanma sırasında organizmanın belli uyaranlara belli yanıtlar vermeyi öğrendiğine değinen biliminsanları plasebonun da tıpkı bir ilaç uyaranı olarak algılanabileceğini ve bedenin ilaca verdiği biyolojik yanıtların aynılarını tetikleyebileceğini varsayıyorlar. Plasebo aldıktan sonra beyin işleyişi tıpkı ilaç almışçasına değişim gösteren hastalar bu görüşün doğru olabileceğini gösteriyor. Ancak varsayım plasebo etkisini üst seviye bilişsel nedenlerden uzak tutarak otomatik bir koşullanma sürecine bağlıyor. Oysa sözünü ettiğimiz duygular, beklentiler, umut gibi daha zihinsel süreçler olduğundan yalnızca klasik koşullanmayla açıklamaya çalışmak yetersiz kalabiliyor.
Endorfin Salınımı ve Plasebolar
Plasebo etkisini endorfin salınımıyla açıklayan biliminsanlarıysa ilaç alarak iyileşeceğine inanan hastaların içlerinde korudukları umudun duyguları ve bedensel işleyişleri üzerinde olumlu etki yaratabileceğini vurguluyor. Bu etkileşim sırasındaysa "mutluluk kimyasalları" olarak bilinen ve kişinin duygudurumu ve acı algısını düzenleyen endorfinlerin rol oynadıklarını düşünüyorlar. Nitekim plasebo verildikten sonra bedenlerindeki endorfin salınımı engellenen hastaların acı algılarının tekrar yükseldiğini rapor eden çalışmalar bu görüşü destekliyor.

Plasebo genellikle öyle kayda değer etkiler gösterebiliyor ki bazı biliminsanları psikoterapinin de yalnızca plasebo etkisinden ibaret olduğunu, farklı psikoterapi yöntemlerinin bir anlamda "aynı kapıya çıktıklarını" iddia ediyorlar. Ancak bilimsel çalışmalardan da bilindiği üzere hastanın tedaviye olan inancı her koşulda önem gösteriyor. Tedaviye umutla bağlanan hastalar daha çabuk iyileşiyor. Özellikle de psikolojik rahatsızlıklar söz konusu olduğunda terapinin işe yarayacağına gönülden inanan hastalar terapi sürecine daha aktif katılımda bulunup daha hızlı ilerleme kaydedebiliyorlar. Bu gerçek psikoterapinin yalnızca plasebo etkisinden ibaret olduğu anlamına gelmiyor.
Kuşkusuz plaseboların kullanımı etik sorunları da beraberinde getiriyor. Geçmişin aksine bugün hastalar yeni bir ilacın etkisinin sınandığı çalışmalarda plasebo verilen gruba da düşebilecekleri olasılığı bulunduğu konusunda uyarılıyorlar. Bunun yanısıra eğer ki herhangi bir hastalığın standart tedavisi bulunuyorsa yeni tedavinin plaseboyla değil bu standart yöntemle karşılaştırılması, hiçbir hastanın biyolojik tedaviden mahrum bırakılmaması gerekiyor. Her ne kadar yalnızca plasebo etkisine güvenerek bir hastayı biyolojik tedaviden mahrum bırakmak etiğe aykırı düşse de plasebo etkisi bir hastalıkla savaşımda büyük ipuçları veriyor. Olumlu beklentiler ve tedaviye güven iyileşme sürecini kısaltıyor.
Kaynaklar: http://www.psy.gla.ac.uk/~steve/hawth.html Atkinson RL, Atkinson RC, Smith EE, Bem DJ & Hilgard ER. Introduction to Psychology. 10. Baskı (1990). 

YETİŞKİNLERDE DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE DÜNÜN YARAMAZ ÇOCUKLARI



Dikkat eksikliği ve hiperaktivite/aşırı hareketlilik bozukluğu (DEHB) çocuklarda sık görülen nörogelişimsel durumlardan biridir. Bu durum erişkinlikte dikkatini verememe, organize olamama, huzursuzluk, işleri bitirmekte güçlük, eşya kaybetme gibi belirtilerle kendini gösterir. DEHB'nin erişkinlerde görülebileceğinin kabul görmesi ve değerlendirmelerin ona göre yapılması 'dünün yaramaz çocukları'nı anlamak açısından önemlidir.
DEHB'nin yaşam boyu devamlılığı konusunda çeşitli görüşler vardır. Kimi bilim adamları DEHB belirtilerinin ergenlikle birlikte azalmaya başladığını iddia ederken, kimi bilim adamları bu belirtilerin nitelik ve nicelik olarak değiştiğini, ya da kişinin diğer yetilerini geliştirip kullanarak nörogelişimsel farklılığına uyum sağlamayı öğrendiğini ve belirtilerdeki azalmanın bu uyuma bağlı olduğunu iddia ederler.
DEHB tanısı almış yetişkinlerle yapılan araştırmalarda, sıklıkla geriye dönük DEHB belirtileri sorgulanır ve belirtilerin çocuklukta da var olduğu ve tedavi edilmediği için yetişkinliğe dek sürüp gittiği sonucuna varılır.
DEHB tanısı almış yetişkinlerle yapılan araştırmalarda, sıklıkla geriye dönük DEHB belirtileri sorgulanır ve belirtilerin çocuklukta da var olduğu ve tedavi edilmediği için yetişkinliğe dek sürüp gittiği sonucuna varılır. Oysa hem çocuklukta hem de yetişkinlikte benzer bir klinik tablonun olması bu belirtilerin devamlılığına veya aynı durumun çocukluktan yetişkinliğe dek devam ettiğine dair somut bir kanıt oluşturmaz. Aynı hastalık tablosunun devamlılığını öne sürmek için klinik gidişat, ailevi özellikler, ilaca uyum, nörolojik gelişim ve genel olarak tedaviye cevap gibi parametrelerin tümü göz önünde bulundurulmalı ve çalışmalar ileriye dönük olmalıdır. Diğer değişkenleri de göz önünde bulundurarak yapılmış çalışmaların ortak sonucu, DEHB'nin yetişkinliğe uzanan bir durum olduğudur. Bu konu ile ilgili olarak Faraone ve arkadaşlarının (2000) makalesi bilgi vericidir.
Günümüze dek yapılmış çalışmalarda bu belirtilerin çocukluktan yetişkinliğe devamlılığı ile ilgili farklı tezler öne sürülmüştür. Bir iddiaya göre, belirtiler çocukluk döneminde ve yetişkinlikte farklılık göstermese de bu belirtilerin davranışa yansıması farklı olabilmektedir. Bu görüşe göre, DEHB tanısı alan birey çocukken sırada bekleyememe, oyunu sessizce sürdürememe, aşırı hareket etme gibi özelliklere sahipken, yetişkin olduğunda hızlı araba kullanmayı tercih etme, birden fazla işte çalışma veya sık iş değiştirme gibi belirtiler gösterebilir. Bu belirtiler aynı dinamiklerden kaynaklanmaktadır, fakat kişinin yaşam biçimi ve içinde yaşadığı toplumun özelliklerinden etkilenerek, hatta onların doğrudan etkisi altında kendini belli eder.
Başka bir iddiaya göre, belirtiler çocukluktan yetişkinliğe geçerken niteliksel olarak bir değişim yaşar. Çocuklukta 'aşırı hareketlilik' kategorisi altında sınıflandırdığımız belirtiler sık görülürken, yetişkinlikte 'dikkat eksikliği' diye tasnif edilen belirtiler yaygın olarak görülebilir. Bu görüşe göre çocukken görülen dürtüsellik ve aşırı hareketlilik yerini yaşla birlikte ortaya çıkan ve gelişen yüksek düşünme becerilerindeki yetersizliğe ( kendini kontrol edememe, sorumlu davranışta bulunama, bir düzen içinde hareket etme ve diğer sosyal beceriler gibi ) bırakabilir.

Yetişkin hastalar hızlı araba kullanmayı tercih etme, birden fazla işte çalışma veya sık iş değiştirme gibi belirtiler gösterebilir.
Bilim adamlarının üzerinde hem fikir olduğu görüş ise, DEHB'nin uygun müdahalenin yokluğunda yetişkinliğe dek sürebileceğidir. Yapılan çalışmalar DEHB tanısı alan yetişkinlerin zamanı iyi kullanama, öfkelerini kontrol edememe, uyku bozukluğu, insan ilişkilerinde başarısızlık gibi psikososyal problemler yaşadığını ortaya koymuştur. Alkol ve madde bağımlılığı, depresyon, kişilik bozuklukları da sık yaşadıkları problemler arasındadır.
DEHB'nin çocukluktan yetişkinliğe devam eden bir durum olduğunun kabul edilmesi bağımlılık tedavisinde de önemlidir. Yapılan çalışmalarda yetişkin DEHB hastalarında alkol ve madde bağımlılığının görülme sıklığı % 50 olarak belirlenmiştir. Bu oranın yüksek olması DEHB'nin bağımlı yetişkinlerde de sorgulanması gereken bir durum olduğu ve bağımlılığa uygun müdahaleyi belirlerken dikkate alınmasını gerektiğini gösterir.
Aslında çoğu yetişkinde DEHB'nin varlığı bile sorgulanmaz, DEHB'den kaynaklanan bir takım yetersizlikler de kişilik özellikleri, irade zayıflığı veya zekâ kapasitesi ile açıklanmaya çalışılır. Alkol veya madde bağımlılığı gibi insan yaşamını ciddi oranda sekteye uğratacak bir durum da yaşanmıyorsa, o kişi toplumca olduğu gibi kabul görür. Geçmişin sözde 'yaramaz' çocuğu bugünün 'haylaz' ya da 'vurdumduymaz' bireyi haline gelir. Böyle bir durumda da, kişinin kabul görmesi, olumlanması aynı anda problemin yok sayılması anlamına gelebilir. Bu da çözümsüzlüğü doğuracak ve kişiyi baş etmesi daha güç bir dünyaya itecektir. Oysa yapılan çalışmalar uygun müdahale ile DEHB'nin her yaş döneminde tedavi edilebildiğini göstermektedir.
Kaynaklar: FaraoneS.V.,Biederman, J.,Spencer, T., Wilens, T., Seidman, L.J., Mick, E., et al. (2000). Attention-deficit/ hyperactivity disorder in adults: An Overview, Biological Psychiatry, 48, 9-20.